25 Temmuz 2012 Çarşamba

Ramazan'da Sağlıklı Beslenme





Beslenme çeşitli özel dönemlerde değişime uğramaktadır. Bu özel dönemlerden biriside ramazan ayıdır. Ramazan ayında oruç tutan bireylerde öğün sayısı azalmakta ve öğün içeriği değişmektedir. Ramazan ayını sağlıklı, üretken ve aktif geçirmek için yeterli ve dengeli beslenmeyi bu ay süresi boyunca da sürdürmeye gayret etmeliyiz.

Oruç tutan bireyler ramazan ayı boyunca düzgün beslenmezler ise çeşitli sağlık sıkıntıları ile karşılaşabilirler. Bunların başında mide rahatsızlıkları, bulantı, kusma baş dönmesi, kan şekeri dengesizlikleri ve kabızlıktır. Ramazan ayı süresince bu tip sağlık sorunları ile karşılaşmamak adına yeterli ve dengeli beslenme şarttır.

Ramazan ayı süresince oruç tutan bireyler;
1. Mutlaka sahura kalkılmalı sahurda proteinden zengin peynir, yumurta, süt-yoğurt grubu ürünler 1-2 dilim ekmek, çiğ sebzeler, 1 -2 porsiyon meyve ve bir miktar ceviz tüketip bol su içmek gün boyunca kan şekeri dengesinin sağlanmasına yardımcı olacaktır.
2. İftarda ve sahurda tüm besin gruplarından yeterli miktarlarda alınmalıdır.
3. İftar da gün boyunca düşen kan şekerini dengeleyebilmek için 1-2 hurma ile oruç açılmalı daha sonra 1 küçük kâse çorba ile devam edilip, hazmı kolaylaştırmak, mide aşırı yük bindirmemek adına 15- 20 dakika ara verildikten sonra ana yemeğe geçilmelidir. Yani iftar 2 ye bölünmelidir. Ana yemek de kırmızı/beyaz et, kuru baklagiller, zeytinyağlı sebzeler salata, yoğurt, 1-2 dilim ekmek seçenekler arasında yer almalıdır.
4. İftar ve sahur arasında su tüketimine dikkat edilmeli vücut sıvı dengesi bozulmamalıdır. Günde ortalama 2-3 litre su içilmelidir.
5. Yine ramazan ayı boyunca tuz tüketimine dikkat edilmeli çok yoğun tuz kullanılmamalıdır.
6. Çay ve kahve tüketimine dikkat edilmelidir. Çay ve kahve içerdikleri etken maddelerden ötürü vücuttan su attırabilecek etkiye sahiptir.  Vitamin- mineral emilimini engellememesi için çay ve kahve tüketiminin yemeklerden 1,5- 2 saat sonra olmasına özen gösterilmelidir.
7. Gün boyunca yavaşlayan metabolizma hızını dengeleyebilmek adına iftardan ortalama 1 saat sonra hafif yürüyüşler yapılmalıdır.
8. İftardan sonra sahura kadar olan süreçte aralara küçük ara öğünler ilave edilmelidir.  Bu ara öğün içeriği;  meyve, ayran, maden suyu ve sütlü tatlılar, mevsim itibari ile dondurma tercih edilmelidir.
9. Ramazanın bir kilo verme süreci olmadığı unutulmamalı, yeterli ve dengeli beslenmeye bu ay boyunca da devam edilmelidir.

Uz. Dyt. Aylin Aydın

1 Haziran 2012 Cuma

                                   Yaşlanmayı Geciktirici Beslenme Yöntemleri

Yaşlanma, geçmiş zamanlardan beri çözüm bulunmaya çalışılan fakat engellenemeyen doğal bir süreçtir. Yanlış beslenme alışkanlıkları, şişmanlık, hareket eksikliği, sigara, alkol, yetersiz uyku, stres ve çevresel zehirler gibi etmenler yaşlanmayı hızlandırmaktadır. Yaşlanmayı geciktirici yaşam tarzı değişiklikleri mevcuttur. Yeterli ve dengeli beslenmek, fiziksel aktiviteyi arttırmak, fazla kilolardan kurtulmak, bağışıklık sistemini güçlü tutmak, sigara ve alkolden uzak durmak, stres ile başa çıkmayı öğrenmek, serbest radikallere karşı gerekli önlemleri almak; uzun yaşamak, yaşlanırken genç kalmak, yaşlılığın belirtilerini geciktirmede izlenmesi gereken yaşam tarzı değişikleri arasındadır.
Oksidasyon vücudun paslanması anlamına gelmektedir. Oksidasyonun en önemli nedeni ise, vücudumuzda oluşan veya dışarıdan aldığımız serbest radikallerdir. Yapılan çalışmalara göre bu maddelerin yaşlanmaya neden oldukları ve yaşlanma ile kalp hastalıkları ve kanser gibi hastalıkların görülme sıklığını arttırdığı gözlenmiştir.

Antioksidantlar

Serbest radikallerin oluşumunu engelleyen ve zararsız hale getiren maddelere antioksidant adı verilmektedir. İlerleyen yaş ve yanlış beslenme alışkanlıkları ile vücudun kendi antioksidantları yetersiz kalabilmektedir. Bu nedenle bazı antioksidantlar dışarıdan alınmalıdır. Bunlar;

Koenzim Q-10: Hücrelerde enerji üretiminde önemli rol oynar, bağışıklık sistemini uyarır, dolaşımı ve kalp damar sistemini güçlendirir. Gün içerisinde 10-50mg alınması önerilmektedir. Et, balık, yumurta, brokoli, patates, soya, buğday, pirinç, fındık gibi besinlerde koenzim Q-10 bulunmaktadır.

C Vitamini: Doku yapımı ve onarımında önemli görevleri bulunmakla beraber bağışıklık sistemini güçlendirip kansere karşı koruyucu özelliklere sahip olduğu saptanmıştır. C vitaminin demirin vücutta kullanımını arttırdığı ve sigaranın zararlı etkilerini ortadan kaldırdığı çeşitli çalışmalar ile gösterilmiştir. Günlük 50-100 mg arasında alınması önerilmektedir. Yeşilbiber, turunçgiller, çilek, domates gibi besinler C vitaminin en iyi kaynakları arasındadır.

E Vitamini: Dolaşım bozukluklarını, kalp damar hastalıklarını önler, bağışıklık sistemini güçlendirir, yaşlanmaya bağlı görme bozukluklarını ortadan kaldır. Günlük 100-600 mg alınması önerilmektedir. Koyu yeşil yapraklı sebzeler, yağlı tohumlar, bitkisel sıvı yağlar en iyi kaynakları arasındadır.

Glutatyon:  Beyin, kalp, bağışıklık sistemi, böbrekler, gözlerdeki lensler, karaciğer, akciğer ve deride oksidatif strese karşı koruyuculuğa sahiptir. En iyi kaynakları soğan ve sarımsaktır.

Selenyum: Karaciğer, akciğer, kalp ve kan hücrelerini serbest radikallere karşı korumaktadır. En iyi kaynakları; fındık, ceviz, deniz ürünleridir.

Omega-3 yağ asitleri: Bağışıklık sistemi, kalp ve göz damarlarının sağlığı için gereklidir. En iyi kaynağı; balıktır.

Yaşlılıkla birlikte; tat ve koku alma azalır, görme kaybı, işitme kaybı, diş kaybı, takma diş kullanma, çiğneme ve yutma güçlüğü gibi sorunlar ortaya çıkmaktadır. Yaşlılıkta sağlıklı beslenme ve yaşam tarzı değişiklikleri ile oluşan sorunlar azaltabilmekte ve yaşam kalitesi artırabilmektedir.

Çocukluk Çağında Obezite

Çocukluk çağında görülen obezite önemli bir halk sağlığı problemi olup sağlık durumu ile ilgili birçok riskleri içerir. Bu riskli durumlar obeziteye bağlı ölüm oranını arttırır. Yapılan bir araştırmada 40 yaşında ve sigara içmeyen obez bir kişinin ömrü 7-8 yıl kadar kısalmakta, bu kişi sigara içiyor ise ömrü 13-14 yıl kadar kısalmaktadır. Obezite 20-30 yaşlarında mevcut ise ömür 17-20 yıl daha kısalmaktadır. Obezitenin çocukluk çağında başlaması halinde yaşamın daha da kısalacağı ve durumun daha da dramatik bir hal alacağı kaçınılmazdır.
Obez çocuklarda, beslenme durumundaki değişikliklere bağlı olarak çocuğun yaşam süresini kısaltan veya zorlaştıran bir seri hastalıklar dizisi gelişir. Bunların içerisinde en önemlileri; kardiyovasküler hastalıklar (koroner kalp hastalığı), hipertansiyon, tip 2 diyabet mellit, dislipidemi, karaciğer yağlanması ve siroz, adolesan kızlarda görülen polikistikoversendromudur. Bu çocuklarda serum kolestrol, trigliserid, düşük dansitelilipoprotein (LDL) düzeyleri yüksek, yüksek dansitelilipoprotein (HDL) düzeyi düşüktür.
Obezlerde insulin hormonunun kan şekeri düzeyini ayarlayıcı etkisine karşı bir direnç gelişmekte ve bu direnci kırabilmek için pankreas organı fazla çalışarak insülin salınımını arttırmaktadır. Sonuç olarak serum insülin düzeyi artmaktadır. Bu duruma hiperinsulinemi ve gelişen olaya İnsulin Direnci Sendromudenir. Bu sendroma verilen diğer bir isim de Metabolik Sendromdur.Obez çocukların üçte birinde insülin direnci mevcut olup bu oran şiddetli obezitede yüzde elliye kadar çıkabilir. Tehlikeli obezitede yağ depolanması daha ziyade viserlerde (iç organlar) olup bu tip obesiteyesantral obesite denir. Santral obesite olan çocuklarda hiperinsulinemi ve insülin direnci mevcuttur. Santral obezitenin en pratik göstergesi karın çevresinin o yaşa göre olması gereken standardın üzerinde olmasıdır.
İnsülin direnci uzun süre devam edecek olursa, mevcut insülin düzeyi kan şekerini kontrol altına alamaz hale gelerek hastada tip 2 diyabet mellit gelişir. Obezitenin bu komplikasyonlarının yanı sıra obez hastalarda; ortopedik problemler, solunum yolları rahatsızlıkları, uyku apnesi, safra kesesi taşları, gut, böbrek hastalıkları sık olarak görülür. Ayrıca obez çocuklarda serum vitamin D ve demir düzeyleri düşük bulunmuştur. 

Vejetaryenlik



Eğer yeterli protein vücuda alınmaz ise vejetaryen yeme tarzı sağlığınıza zararlı olabilir. Protein, vücudumuzun yapı taşıdır. Yeni dokuların yapımı için yaşamın her döneminde vücudumuzun proteine ihtiyacı vardır. Et, tavuk, balık, yumurta, süt ve ürünlerin bu proteini sağlayamayan vejetaryen bireylerin zenginleştirilmiş kahvaltılık tahıl (demir, b12 vitamini, çinko eklenmiş), koyu yeşil yapraklı sebzeler, kuru baklagiller, soya sütü, tofu, soya eti, tahin, susam, ceviz, badem, yer fıstığı gibi yağlı tohumlardan yeterli miktarlarda tüketilmesi gerekmektedir.

Günlük ne kadar maden suyu içmeliyim ?

Maden suyu vücutta kaybedilen minarelerin yerine konulmasında yararlıdır. Fakat sürekli ve aşırı miktarda tüketildiği zaman mideyi tembelleştirerek maden suyu içiminin artmasına neden olmaktadır. Bu yüzden tüketilen maden suyu miktarı çok önemlidir. Haftada 2-3 şişe tüketmek yeterli olacaktır.

Akşam Dışarı Çıkarken Ne Yemeliyim ?


Eğer bir davete katılıyorsanız, fazla tüketimden kaçınmak için yemeğe gitmeden 1-1 buçuk saat önce küçük bir ara öğün yaparak midenin dolu olmasını slayıp yemekte gereksiz tüketimden uzak durmuş olabilirsiniz. Daha hafif yiyerek kilo alımını engellemiş olursunuz.

24 Mayıs 2012 Perşembe


Göz Alerjisi


Vücudunuz alerji belirtilerini farklı şekillerde göstermeye başlamış olabilir.Özellikle polen alerjisi, gözde kaşınma hissi, gözlerde kızarıklıklar, burun akıntısı ve sık sık hapşırmak gibi belirtiler göstermektedir.

1. Polenli günlerde aktivitelerinizi gözden geçirin
Yoğun polenli günlerde dışarıda gerçekleştirilecek aktivitelerden uzak durmaya özen gösterin. Özellikle rüzgârlı günler polen alerjisinde en dikkat edilmesi gereken zamanlardır. Dışarıda yapacağınız koşu, egzersiz ya da diğer aktivitelerinizi rüzgârlı ve polenli günlerde en aza indirgemeniz gerekmektedir.

2. Güneş gözlüğü kullanabilirsiniz
Güneş gözlüğü, polenlerin gözle direkt temasını engelleyerek gözünüzü korur. Dışarıda, elbiselerinize ve vücudunuza yapışanpolenleri istemedenevinize taşıyabilirsiniz. Saçınızda kalan polenler yastığınıza geçerekuzun süreli temas ile alerjik tepkimelere neden olabilir.

3. Pencerelerinizi kapalı tutun
Rüzgârlı ve polenli günlerde camlarımızı kapalı tutarak ve polen filtreli klimalar kullanarak polenlerin girmesini engelleyebiliriz.

4. Düzenli olarak el ve yüz yıkayın
Elimizi ve yüzümüzüdüzenli olarak yıkayarak, polenlerin vücudumuza yayılmasını engelleyebiliriz.

5. Günlük kullanımlı kontakt lens kullanın
Polenler özellikle; gözlerinizde, kontakt lenslerinizde, burnunuzda ve boğazınızda takılı kalırlar. Kontakt lensinizi düzenli olarak temizleyerek polenlerden arındırabilirsiniz. Fakat kalıcı çözüm için, günlük kontakt lens kullanabilir ve gözünüzün alerjik reaksiyon göstermesini engelleyebilirsiniz.

6. Gözünüzdeki alerjenleri uzaklaştırınız
Suni göz damlaları gözünüzün temizlenmesine yardımcı olacaktır.

7. Gözlerinizi ovuşturmayın
Gözleriniz polenle temas ettiğinde karşı koyulamayacak bir kaşıma hissi yaratır ve neticesinde gözlerinizi ovuşturmak zorunda kalırsınız. Fakat ovuşturmak şikâyetlerimizi daha da arttıracaktır. Bunun yerine suni gözyaşı damlaları kullanmak veya doktorunuzun vereceği alerji önleyici damlalar kullanmak daha uygun olacaktır.

8. Göz doktorunuza başvurunuz
Doktorunuz, göz alerjilerinin sıklıkla görüldüğü bahar mevsiminde şikâyetlerimiz oluşmadan önleyici göz damlaları önerebilir. Göz damlaları, özellikle alerji mevsiminde düzenli kullanıldığında şikâyetlerimizin geçmesini sağlayacaktır.

 ASTIM

Tüm dünyada 300 milyon, ülkemizde ise yaklaşık 4 milyon astım hastası olduğu tahmin edilmektedir. 
Çocukluk çağında astıma daha sık rastlanmakla birlikte, astım hayatın herhangi bir döneminde ortaya çıkabilir.
Astım genetik yatkınlığı olan bireylerde yaşam ve çevre koşullarının etkisiyle ortaya çıktığından görülme sıklığı bölgesel farklılıklar göstermekte ve yıllar içinde artmaktadır.
Astım kronik bir hastalık olmasının yanısıra, aynı zamanda değişken özellikte de bir hastalıktır. Yakınmalar zaman içinde kendiliğinden ve/veya ilaçlar ile kaybolabildiği için hastalar düzenli tedavi kullanımı ve hekim kontrolü konusunda kararsız davranabilmekte ve geç dönemde sağlık hizmetine başvurmaktadırlar. Oysa astım kronik ve değişken bir hastalık olmasına rağmen uygun ve kişiye özel tedavi ile astım kontrol altına alınabilir.
2012 yılı Dünya Astım Günü sloganı tüm dünyada “ASTIMINIZI KONTROL EDEBİLİRSİNİZ” şeklinde belirlenmiştir.
Astım olan bir hasta için kontrol kavramı:
  1. Gündüz astım ile ilgili yakınmaların bulunmaması
  2. Gece astım nedeni ile uyku bölünmesinin olmaması
  3. Astım hastalığını kontrol altına alan ilaçları düzenli kullanırken ek olarak kurtarıcı ilaçlara ihtiyaç olmaması
  4. Solunum fonksiyon değerlerinin kişinin normal değeri veya yakını olması
  5. Günlük işlerin astım nedeni ile bir rahatsızlık duyulmadan yapılabilmesidir.
Günümüzde astımı kontrol edebilecek ilaçlar ülkemizde ve tüm dünyada yaygın olarak bulunmasına rağmen maalesef astım kontrol oranları hem ülkemizde hem tüm dünyada henüz istenen düzeylerde değildir. Türkiye’de astımlı hastaların ancak %1.25 inde kontrol sağlanabilmektedir. Astımı kontrol altına alınabilen hasta oranları Avrupa ülkelerinde de çok farklı değildir (%5.3).
Astım hastalarının nerdeyse tamamına yakını gündüz yakınma sorunu yaşamakta, yarısından fazlası ise gece astım nedeni ile uyanmaktadır. Astım nedeni ile hastaların en az yarısı son bir yıl içinde acil servise başvurmakta, her dört astım hastasından biri de hastaneye astım nedeni ile yatırılmaktadır. Bu tablo önlenebilir kontrol altına alınabilir hastalık olmasına rağmen çok yüklü sağlık harcamalarına yol açmaktadır.
GINA-“Global Initiative For Asthma “  girişimi dünya astım günü etkinlikleri ile birlikte astım ve doğal seyri konusunda farkındalık artışını sağlayarak önümüzdeki beş yıl içinde astıma bağlı hastane yatışlarının %50 azaltılması için tüm dünyada kampanya başlatmıştır.
Hem iş gücü hem de okul devamlılığında azalmaya yol açan astım konusunda hasta, hasta yakınları, eczacı ve tüm sağlık çalışanlarının bilgilendirilmesi, farkındalıklarının arttırılması gerekliliği öne çıkmaktadır.
ASTIM KONTROL  ALTINA  ALINABİLEN KRONİK BİR HASTALIKTIR!!!

Güneş altında koruyucu krem kullanmadan spor yapmak sağlığı tehdit ediyor.


Yaz döneminde özellikle açık havada yapılan spor, kalori harcanması ve genel vücut sağlığının korunması için çok gerekli ve önemliyken, sporcuyu güneşin zararlı etkilerine karşı hazır hedef haline getirmektedir. Hem ultraviyole A hem de ultraviyole B koruması olan güneş kremlerini kullanmadan güneşe çıkmak, spor yapmak, güneşin olumsuz etkilerinden kaynaklı cilt sorunlarına yol açmaktadır.
Günümüzde güneş kremlerinde iki farklı güneş filtresi kullanılıyor. Bunlar organik filtreler, mineral ya da inorganik filtrelerdir. Her iki grup da çok güçlü ultraviyole koruması sağlar. Ancak sporcular çok fazla terledikleri için ve yüz bölgesini sıklıkla sildiklerinden dolayı organik güneş filtresi bulunan güneş kremleri ciltten hızla uzaklaşır. Bu nedenle güneş altında spor yapacak olanların ya da su sporları ile uğraşanların nano boyuta indirgenmiş titanyum dioksit içeren güneş kremlerini kullanmaları gerekir. Nano partiküllere indirgenmiş titanyum dioksit cilt içine yerleşmekte ve su ya da terlemek ile ciltten uzaklaşmamaktadır. Bu yüzden cilde sürüldükten sonra en az 6-8 saat etkili bir güneş koruması oluşturmakta. Yazın açık alanda spor yapanların, etkili güneş koruyucularını tercih etmeleri gerekiyor.
Su sporları ile uğraşanların mutlaka nano – partikül titanyum dioksit içeren, cildi besleyen, koruyan, vitamin B3, B5, C, E gibi anti-oksidan etkili doğal bileşikler ile zenginleştirilmiş güneş kremi kullanmaları önerilir.

Anne Sütü ile Beslenmenin Önemi



Dünya Sağlık Örgütü ve UNICEF, her bebeğin doğumdan itibaren 6 aylığa kadar yalnız anne sütü ile beslenmesini bundan sonra da ek besinlerle birlikte olmak koşuluyla en az 2 yaşına kadar anne sütü ile beslemenin devam ettirilmesini önermektedir.

ANNE SÜTÜ İLE BESLENME NEDEN ÖNEMLİDİR?
  1. Bebekler için en ideal beslenme yöntemi anne sütü ile emzirmedir.
  2. Emzirme, çocuklara yaşam için en iyi başlangıcı sağlar.
  3. Birçok çocuk, anne sütü ile beslenemediğinde yakalanmaması gereken hastalıklara yakalanmaktadır.
  4. Son yıllarda anne sütü ile beslenmenin diyare tedavisinde, dehidratasyonu önlemede ve iyileşmeyi hızlandırmada önemli olduğu açıklığa kavuşmuştur.
  5. Tıbben gerekli görülmedikçe, yeni doğanlara anne sütünden başka yiyecek ya da içecek verilmemelidir.
ANNE SÜTÜ İLE BESLENMENİN YARARLARI
  1. Anne sütü bebeğin büyüme ve gelişmesi için gerekli olan tüm besin ihtiyacını karşılar.
  2. Anne sütü kolay sindirilir, etkili bir şekilde kullanılır.
  3. Bebeği hastalıklardan korur, her zaman hazır ve sterildir.
  4. Yapay beslenmeden daha ucuza mal olur.
  5. Emzirme; anne ve bebek arasında duygusal ve fiziksel olarak bir bağın, sevgi dolu bir ilişkinin kurulmasına yardımcı olur.
  6. Emzirme, yeni bir gebeliğin geciktirilmesini sağlarsa da bir doğum kontrol yöntemi değildir.
  7. Emzirmek annenin sağlığını korur, uterusun normal boyutlarına dönmesini hızlandırır.
  8. Anne sütünde D vitamini hariç bütün vitaminler yeterince bulunmaktadır.
  9. Emziren anneler bebeklerine daha şefkatli davranırlar. Bu annelerin çocuklarını istismar etme olasılığı diğer annelere göre daha düşüktür.
  10. Bazı çalışmalarda, anne sütü ile beslenmenin bebeğin zeka gelişimine, entelektüel yapısına olumlu etki yaptığı bildirilmektedir.
SÜT SALGILANMASINI ETKİELYEN UYGULAMALAR
  1. Eğer bebek bir memeden emmeyi bırakırsa bu meme süt yapmayı keser.
  2. Bebek bir memeden daha fazla emerse bu meme daha fazla süt yapar ve daha büyük olur.
  3. Bir memenin süt yapmaya devam etmesi için süt o memeden boşaltılmalıdır.
  4. Etkili bir emme için bebek ağzının meme başına iyi yerleşmesi gerekir. Sadece meme başı değil areolayı (koyu renkli kısım) da alacak şekilde bebek memeye yerleşmelidir.
  5. Doğumdan sonraki ilk yarım saat içinde emzirmeye başlanmalıdır.
  6. Bebek her istediğinde emzirilmelidir. Bebek ne kadar fazla emerse süt o kadar fazla gelecektir. Eğer bebekler doğum sonrasında hemen annenin yanında kalırlarsa ve her ağladıklarında ve istediklerinde emzirirlilerse hem daha yeterli beslenmiş olurlar hem de anne sütünün miktarı artar.
  7. Doğumu takip eden ilk yarım saat içinde tensel temas sağlanmalıdır.
  8. Emzirilen bebeklere yalancı meme veya emzik türünden herhangi bir şey verilmemelidir.
  9. Anne ile bebeğin aynı odada kalması kurulacak bağlantı nedeniyle bebeğin daha az ağlamasına, emzirme süresinin uzamasına ve annenin emzirme konusunda kendisine daha çok güvenmesine yardımcı olacaktır.

EMZİRME TAKTİĞİ
  1. Emzirmeye başlamadan önce tırnaklar kısa kesilmiş olmalı ve eller iyice yıkanmalıdır.
  2. Rahat ve sakin bir pozisyonda olmanız önemlidir.
  3. Bebeğin başının ve vücudunun aynı doğrultuda, düz bir hat üzerinde olması gerekir.
  4. Bebeğin burnu meme başının hizasında olacak şekilde yüzü memeye bakmalıdır.
  5. Anne, bebeği kendi vücuduna yakın tutmalıdır.
  6. Eğer bebek bir yeni doğansa yalnızca başı ve omuzlarından değil ayrıca poposundan da desteklenmelidir.
  7. İşaret parmağı memenin altında, başparmak memenin üstünde olmalı, diğer parmaklar memeyi alttan destekleyerek göğüse dayalı tutulmalıdır.
  8. Meme ucuyla bebeğin dudaklarına dokunulur, bebeğin ağzını genişçe açması beklenir ve bebeğin alt dudağı üzerine areolanın (koyu renkli kısım) tabanı oturtulur.
  9. Bebeğinizin göğsünüzdeki sütü emerek boşaltması sağlanmalıdır.
  10. Her emzirme sonrasında bebeğin midesi omzunuza gelecek şekilde yatırılarak gazını çıkarılması gerekir.
  11. Bebeğiniz uyuyorsa en fazla 3-4 saat sonunda uyandırılarak emzirilmelidir.
  12. Emzirme sonrası sağılacak bir miktar sütle meme ucu ve çevresi hafifçe nemlendirilmelidir.
  13. Memeler günde bir defadan fazla yıkanmamalı, sabun kullanılmamalı ve havluyla ovuşturulmamalıdır.
  14. Doktorunuzun önerisi olmayan ilaçlı losyon ve merhemlerden kaçınılmalıdır.
YETERSİZ SÜT
Hemen her anne bir hatta iki bebeğe yetecek kadar süt üretebilir. Genelde anne, sütünün az olduğu düşünülse bile, bebeği aslında tüm ihtiyacını anneden alabilir. Bazen bebek yeteri kadar süt almaz. Ama bunun nedeni bebeğin yeterince emmemesi, ya da etkin emmemesidir. Çok ender olarak neden, annenin yeteri kadar süt üretebileceği yerine, bebeğin ne kadar süt aldığını düşünmek daha önemlidir.
Bebeğin yeterli süt alıp almadığı nasıl anlaşılır?
  • En güvenilir yol tartısının kontrol edilmesidir. İlk 6 ay boyunca bebek ayda en az 500 gr. veya haftada 125 gr. almalıdır. Bebek yeterli kilo alıyorsa yeterli süt alıyor demektir.
  • Bebeğin idrar miktarı kontrol edilmelidir. Yeterli süt alan bebek 24 saatte genelde en az 6-8 kez açık renkli idrar çıkarır. Yeterli süt olmayan bebek ise günde 4 defadan az ve yoğun, belirgin kokulu idrar yapar.

Uz.Dr. Ayşe Özgün Akman Anne Sütünü anlatıyor.

Sütünüz Bebeğinizin Normal Besinidir


Anne sütü içerisinde henüz keşfedilmemiş veya adlandırılmamış olanlar da dahil bebeğin gereksinim duyduğu her şeyin bulunduğu eşsiz bir sıvıdır ve her annenin sütü kendi bebeği için en uygun bileşimdedir. Bebeğin gereksinimlerindeki değişikliklere cevap verebilmek için öğün, gün ve yıl süresince de değişim gösterir.

Tüm memeli canlılar için emzirme bebek yetiştirmenin doğal yoludur.  Emzirme bir bebeği sadece iyi beslenmeden çok öteye götürüp, dünyaya usulca alıştırmak için tasarlanmış bebeğin ilk insani ilişkisidir. Bebek memeden kesildikten çok sonra bile devam eden derinlerde yaratılmış bir bağlılıktır.

Bebek doğduktan sonraki ilk birkaç günde az miktarda üretilen süt olan kolostrum bebeğin doğum sonrası maruz kaldığı bütün mikroplara karşı onun ilk korunmasını sağlayan yoğun bağışıklık faktörlerine sahiptir. Bu “ilk süt” yüksek oranda immünglobulin A salgısı (SIgA) içerir. SIgAallerjik hassasiyet doğurabilecek yabancı proteinlerin ve mikropların geçişine karşı korumak üzere bebeğin bağırsaklarını kaplayan bir antienfektif ajandır. Kolostrumun asit düzeyi bebeğin bağırsaklarının yararlı bakterilerle kuşatılmasını teşvik eder. Kolostrum aynı zamanda bebeğin bağırsaklarını uyandırıp çalıştıran yumuşatıcı bir jeldir ve doğumdan önce bebeğin bağırsaklarında birikmiş olan mekonyum adlı katrana benzer dışkıyı temizlemeye yardımcı olur.

İlk iki haftada aşamalı olarak hazırlanan “olgunsütte” hayat boyu sağlığa katkısı olan pek çok madde vardır. Emzirilen bebek interferon, interlökin, beyaz kan hücreleri ve SIgA ile birlikte neredeyse annesi kadar güçlü bir bağışıklık sistemi kazanır. Diğer yandan büyüme faktörleri bebeğin bağırsaklarını, kemiklerini ve diğer organlarını büyütmeye devam eder.
Bir bebek normal besini olmadan kulak ve bağırsak enfeksiyonları, solunum sorunları açısından daha yüksek risk altındadır. İleri dönemde alerjilere ve diş sorunlarına daha çok rastlanır. Görme, sinirler ve bağırsaklar tam olarak gelişemez. Çocukluk ve yetişkinlik döneminde Chron hastalığı, ülseratif kolit, tip 1 diyabet, kalp hastalığı ve bazı kanserlere yakalanma riski daha yüksektir. Strese daha olumsuz tepki verir ve hem bebekken hem de daha sonraki hayatında kan basıncı daha yüksek olur. Daha ileri yıllarda obezite, tip 2 diyabet, kalp hastalığı ve kemik erimesi riski daha yüksektir.
Emmemiş çocuklarda uzun süre emzirilmiş bebeklere göre IQ düşüklüğü olduğunu gösteren çok sayıda çalışma vardır.

Sadece kadına özgü özellikler olan doğurmak ve emzirmek onu doğaya ve kendi içsel güçlerine yaklaştıran harika yaşam deneyimleridir. Toplumsal kimliğimiz ne olursa olsun doğal süreçleri desteklemek hepimizin sorumluluğudur. Bebeklerin doğduktan sonra mümkün olan en kısa sürede emzirilmeye başlanmasının, altı ay süreyle sadece anne sütü ile beslenmesinin ve altıncı aydan itibaren ek besinlerle birlikte iki yaşına kadar anne sütüne devam edilmesinin sağlanması için tüm sağlık kurumlarında, toplumsal yaşam alanlarında, medyada hassas ve özenli düzenlemelerin yapılması önemlidir.


Uz.Dr. Ayşe Özgün Akman Anne Sütünü anlatıyor.

16 Mayıs 2012 Çarşamba


KİŞİYE ÖZEL BESLENME PROGRAMI

Beslenme; insanın büyümesi, gelişmesi, sağlıklı ve üretken bir yaşam sürebilmesi adına ihtiyaç duyulan besinlerin yeterli ve dengeli bir şekilde alınması ve bunların vücut tarafından kullanılmasıdır. Bebeklikten yetişkinliğe, yetişkinlikten yaşlılığa kadar olan süreçte her dönemde ihtiyaç duyulan besin öğelerinin profili değişkendir. Bu nedenle beslenme mutlaka kişiye özel planlanmalıdır. Planlanan beslenme programlarının başarıya ulaşabilmesi için bireysel bazı parametrelerin göz önünde bulundurulması gerekmektedir; yaş,cinsiyet, bireyin vücut kompozisyonu yani vücut yağı, kası vücutta bulunan su miktarı, bireyin metabolizma hızı, fizyolojik ve  psikolojik yapısı, kan biyokimyası, bireylerin sosyal ve iş çevreleri,bireysel beslenme alışkanlıkları ve gereksinimleri de eklenince bambaşka bir tablo özel bir program gerektiriyor. Diyet tıpkı parmak iziniz gibi kişiye özeldir. Bireysel bir çalışma ve disiplin gerektir




Uz.Dyt. Aylin Aydın kişiye özel diyeti anlatıyor.

8 Mayıs 2012 Salı


GLOKOM (GÖZ TANSİYONU HASTALIĞI)

Glokom yani halk arasında bilinen ismiyle göz tansiyonu hastalığı klasik görme alanı kayıpları ve görme siniri harabiyeti ile giden görme sinirinin bir hastalığıdır. Hastaya hiç belirti vermeden ilerlediği ve zamanında teşhis edilip tedavi edilmezse ciddi kalıcı görme kayıplarına neden olabileceği için görmenin sessiz hırsızı tabiri de kullanılır. Halk arasında yanlış bir kanı ise göz tansiyonun yüksek olmasının glokom ile eş tutulmasıdır. Göz tansiyonu normal değerlerin çok üzerinde olup glokom hastalığı bulunmayan çok kişi olduğu gibi bunun tam tersi de doğrudur. Göz tansiyonu normal sınırlarda olup ciddi glokom hastalığı bulunun çok sayıda hasta da mevcuttur.
Göz tansiyonu yani göz içi basıncı nedir? Gözün ön kısmını dolduran aköz hümör dediğimiz bir göziçi sıvısı mevcuttur. Bu sıvı gözün ön kısmındaki dokuları besler ve sürekli olarak üretilir ve emilir. Bu üretilme ve emilme arasındaki denge göz içi basıncını oluşturur. Göz tansiyonu yüksekliği glokom için bu güne kadar bildiğimiz en önemli ve en kontrol edebildiğimiz risk faktörüdür. Göz basıncı yüksekliği,   görme siniri üzerine basınç yaparak mekanik bir etki ile görme siniri üzerinde harabiyet yapar.
Glokomun tipleri nelerdir? Glokom açık ve kapalı açı olmak üzere başlıca iki ana guruba ayrılır. Bizim en çok rastladığımız, glokomun %90' ını oluşturan açık açılı glokomlardır. Göz içi sıvısı gözün ön kısmından trabekülüm adı verilen ağsı/süngerimsi bir tabakadan emilir. Bu tabakanın bulunduğu bölgeye açı ismini veriyoruz. Bu bölgenin anatomik olarak açık olduğu fakat göz içi sıvısın emiliminde bir zorluk olan glokom tipine açık açılı ve bu bölgenin anatomik olarak kapalı olup göz içi sıvısının emileceği bölgeye ulaşamadığı glokom tipine de kapalı açılı glokom ismini veriyoruz.
Glokomun belirtileri nelerdir? En sık rastladığımız açık açılı glokomlar hastaya hemen hiçbir belirti vermeden yavaş ve ilerleyici görme alanı kayıpları ve en son aşamada görme kaybına neden olurlar.
Çok daha nadir olan, kapalı açılı glokomların ani gelişen tipi gözde şiddetli ağrı, ani görme kaybı, gözde kızarıklık ile hastanın acilen göz doktoruna başvurusuna sebep olur.
Risk gurubu kimlerdir? Bu hastalığın en sık rastladığımız tipi hastaya hemen hiçbir belirti vermediği için risk guruplarının rutin göz muayenesi önerilir. Ailesinde göz tansiyonu hikayesi olanlar, 50 yaşın üzerindeki kişiler, gözüne travma /darbe hikayesi olanlar, kortizon içerikli ilaç kullanım hikayesi olanlar risk gurubunun bazılarıdır. Bu yüzden ailesinde göz tansiyonu hikayesi olanlara 40 yaşın üzerinde olmayanlara da 50 yaşın üzerinde rutin göz muayenesi öneriyoruz.
Glokomun tanısı nasıl konur? Glokomun tanısının konulması detaylı bir göz ve görme siniri muayenesi ile başlar. Glokom görme sinirinde, çukurlaşma şeklinde çok karakteristik bir siniri harabiyetine yol açar. Bazı görme sinirleri doğuştan geniş bir çukura sahipken ve herhangi bir patolojiye işaret etmezken bazı çukurlaşmalar glokom bulgusu olarak değerlendirilir.
Göz içi basıncını göze hava üfleyerek veya göz yüzeyine dokunarak ölçüm yapan tonometre isimli  cihazlarla ölçüyoruz. Normal göz içi basıncının ortalama değerleri 10- 21 mm Hg arasındadır. Göz içi basıncını doğru olarak değerlendirebilmemiz için kornea ismi verdiğimiz gözün en öndeki saydam tabakasının kalınlığını bilmemiz büyük önem taşır. Bu tabakanın kalınlığını pakimetri ismini verdiğimiz cihazlar ile ölçüyoruz. Bu saydam tabakanın normalden kalın olduğu kişilerde göz tansiyonu yanlış yüksek olarak ölçülürken, normalden ince olduğu kişilerde yanlış düşük olarak ölçülür.
Bize tanı ve takipte yardımcı önemli testlerden biriside görme alanı testidir. Bilgisayarlı otomatize görme alanı testli glokomun klasik görme alanı kayıplarını bize gösterir. Hastalığın tanısında ve tedavi başladığımız hastalarda görme alanı kayıplarının devam edip etmediğini göstermesi açısından takipte çok değerli bir testtir.
Hastalığın erken tanısında çok yeni tanı araçlarından birisi de OCT  (optical coherence tomography) ismini verdiğimiz görme siniri etrafındaki sinir lifi tabakasının kalınlığını inceleyen cihazdır. Bu yöntem daha görme alanı testinde görüntüleyebileceğimiz görme alanı kayıpları başlamadan, çok erken evrede görme siniri etrafındaki sinir lifi kaybını bize gösterir. Erken tanıda ve takipte çok yardımcıdır.
Göz tansiyonu hastalığı tüm yukarıda bahsedilen muayene ve tetkiklerin sonucunda, bütün verilerek bir araya getirilerek konur. Glokom tanısının çok titizlikle konulması büyük önem taşır çünkü tedavisi kısa süreli değildir, tıpkı şeker veya tansiyon hastalığı gibi hastanın tüm yaşamı boyunca sürer.
Glokom nasıl tedavi edilir?
Erişkin hastalarda glokomun tedavisinde ilk tercih göz damlalarıdır. Bu damlalar ile amaç,  glokomun en önemli risk faktörü olan ve bizim kontrol edebildiğimiz hemen tek faktör olan göz tansiyonunu  düşürmektir. Bazı hastalarda bir çeşit damla ile göz tansiyonu istenen seviyeye indirilebilirken bazı hastalarda birden fazla damla gerekebilir. Tedavinin başında her hastada bir hedef göz tansiyonu belirlenir. Hedeflenen tansiyon değeri bazı hastalarda 17-18 mm Hg civarında olabildiği gibi görme sinirinde harabiyeti çok olan hastalarda 10-11 mm Hg gibi düşük değerler de olabilir. En önemli olan nokta hastaların damlalarını düzenli olarak hiç aksatmadan kullanmalarıdır.
Glokom tedavisinde lazerin yeri nedir?
Açık açılı glokomu olan damla kullanamayan hastalarda veya damla ile istenilen sonuca ulaşılamayan hastalarda geçici bir tedavi yöntemi olarak uygulanabilir. Etkisi genellikle geçici bir süre sürer, tekrarlanabilir fakat tekrarlandığında aynı etki görülemeyebilir. Genellikle kalıcı bir çözüm sağlamaz. Ani gelişen kapalı açılı glokomlarda ise lazer tedavisi ile göz içi sıvısının başka bir yoldan geçişi gerçekleştirilerek tedavi sağlanır. Ayrıca dar açısı olan ve açı kapanması riski bulunan gözlere önlem amacı ile bu lazer uygulanır.
Glokomda cerrahi tedavinin yeri nedir?
Erişkin hastalarda cerrahi ancak göz tansiyonunun damlalar ve/veya lazer tedavisi ile yeterli oranda düşürülemediği ve görme siniri harabiyetinin kontrol altına alınamadığı durumlarda uygulanır.


Doç.Dr. Yonca Özkan Arat Göz Tansiyonunu Anlatıyor.




    İnmemiş  Testis

    Testisler, gebeliğin erken dönemlerinde karın içinde, böbreklerin alt kesiminde gelişmeye başlarlar. Gebeliğin ilerlemesi ile birlikte, aşağı doğru yer değiştirerek 7. ay civarında kasık kanalının iç ağzına yerleşirler. Bir süre bu bölgede beklerler ve doğuma yakın dönemde kasık kanalının içinden geçerek normal yerleşim yerleri olan torbalara inerler. Testislerin bu iniş yolu üzerinde, herhangi bir yerde duraklaması sonucu torbalara inememesine inmemiş testis denir. İnmemiş testis, zamanında doğmuş erkek bebeklerin %3-5’inde görülmektedir. Testislerin torbalara inişi, doğuma yakın dönemde gerçekleştiği için, prematüre yani erken doğmuş bebeklerde inmemiş testis görülme sıklığı %30’a kadar çıkmaktadır. 
    Testislerin inişi, doğumdan sonra kısa bir süre daha devam edebilir.Bu nedenle 1 yaşında inmemiş testis görülme oranı %1’e inmektedir. Özellikle prematüre bebeklerde testislerin doğumdan sonraki inişi daha belirgindir. Doğum sonrası iniş genellikle ilk 6 ayda gerçekleşmektedir. Altıncı aydan sonra torbalarda saptanamayan testislerin kendiliğinden inme ihtimali oldukça düşüktür. İnmemiş testis tek veya iki taraflı olabilmektedir. Testisler, karın içinde, kasık kanalında veya torbaların üst kesiminde yerleşmiş olabilirler.
    İnmemiş testis genellikle aile tarafından veya rutin muayene sırasında çocuk doktorları tarafından fark edilmektedir. Hastalığın tanısı için muayene yeterlidir. Muayene sırasında çocuğun sakin, ortamın sıcak olması önemlidir. Çocuk ağlarken veya soğuk elle yapılan muayeneler yanıltıcı olabilir.
    Sağlıklı sperm gelişimi ve hormon üretimi için testislerin, vücut ısısından 2-3 derece daha soğuk bir ortamda bulunmaları gereklidir. Bu  soğuk ortam, ancak torbalarda sağlanmaktadır. İnmemiş testiste, testis olması gerekenden daha sıcak bir ortama maruz kaldığı için testiste hem yapısal hem de kimyasal bazı değişiklikler ve hasar gelişmektedir.  Sıcak ortama maruz kalınan süre ile oluşan hasar genellikle doğru orantılıdır. Yani süre uzadıkça hasar belirginleşir ve testiste küçülme olabilir. İnmemiş olan testisteki hasar, normal olarak torbaya inmiş diğer sağlıklı testisi de etkilemekte ve  her iki testis birden zedelenmektedir. Testiste oluşan hasar, kısırlığa ve bir takım kanserlerin gelişimine neden olabilmektedir. İnmemiş testislerde karşılaşılabilecek bir diğer tehlike de, testis torsiyonu denen, testisin kendi etrafında dönmesi sonucu kan dolaşımının bozulup saatler içerisinde canlılığını yitirmesi durumudur. Torsiyon riski, inmemiş testislerde torbaya yerleşmiş normal testislerden daha fazladır.
    Tüm bu riskler nedeniyle inmemiş testisin mutlaka tedavi edeilmesi gerekmektedir. İnmemiş testiste hormon tedavisinin yeri yoktur. Cerrahi tedavi gereklidir. Ameliyat, testisin yerleşim yerine göre, genellikle 6 ay ile 1 yaş arasında yapılmalıdır. İlk 6 aylık dönemdeki takipte testisin kendiliğinden inişi saptandı ise, ameliyat bir süre geciktirilebilir. Buna karşın, karın içi yerleşimli testislerde ameliyat daha erken dönemde yapılmalıdır. Muayenede hiç ele gelmeyen karın içi yerleşimli testislerde, laparoskopik yani kapalı yöntemle ameliyat yapılması gerekmektedir. İnmemiş testis ameliyatı, günübirlik cerrahi bir işlemdir. Yani hastalara ameliyat sonrası aynı gün taburcu ediliriler. Karın içi yerleşimli testislerde laparoskopik yöntem kullanılacağı için hastanın bir gece hastanede kalması gerekebilir. Ameliyat sonrası ağrı kesiciler ile ağrı kontrolü kolaylıkla sağlanabilmektedir. Hastalar, ameliyattan 1-2 gün sonra günlük aktivitelerine rahatça dönebilmektedirler. Cerrahi tedavi, testiste oluşan hasarı geri çevirememektedir, ancak daha fazla hasar gelişimini önlemektedir. Bu nedenle, ameliyat kanser gelişim riskini ortadan kaldırmaz, ancak gelişebilecek kanserlerin erkekn tanısına imkan sağlar.
    Testisler hareketli organlardır. Soğuk veya tehlike durumlarında refleks olarak kasık kanalına doğru çıkıp tekrar yerlerine inebilirler. Bu doğal bir savunma mekanizmasıdır. Bu refleksin aşırı kuvvetli olduğu duruma retraktil veya utangaç testisdenir. İnmemiş testis ile karışabilen bur durumda testis zaman zaman yukarı çıkıp tekrar torbaya inmektedir. İnmemiş testisten farklı olarak utangaç testisler, normal inişlerini tamamlamışlardır. Muayene sırasında testis torbaya rahatça indirilebilir ve bir süre torbada kalır. Gerçek bir hastalık olmayan bu durum, tedavi de gerektirmez. Ancak utangaç testislerin, nadir de olsa gerçek inmemiş testise dönme ihtimali olduğu için ergenlik dönemine kadar takip edilemse gereklidir.
    Eğer çocuğunuzun torbasında testisini saptayamıyorsanız mutlaka bir çocuk cerrahına danışmalısınız. 


    Uz.Dr. Mine Fedakar Şenyücel İnmemiş Testisi Anlatıyor.


    25 Nisan 2012 Çarşamba

    Meme kanseri

    Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen kanser tipidir. Kansere bağlı ölümlerde ise akciğer kanserinin arkasından 2. sırada gelmektedir. Toplumlar arasında sıklığı farklılık göstermekle birlikte Batı toplumlarında yaşamları boyunca her 8 kadından 1’inde meme kanseri gelişeceği bilinmektedir. Türkiye’de özellikle ülkenin batısında meme kanseri sıklığının bu oranlara yakın olduğu tahmin edilmektedir. Tüm meme kanserlerinin ise sadece %1’i erkeklerde görülür.
    Meme kanserinin görülme sıklığındaki artışa rağmen, tanı ve tedavi alanındaki gelişmeler sonucunda meme kanserine bağlı ölüm oranları 1980’li yıllardan sonra giderek azalmaya başlamıştır.
    Tüm meme kanserlerinin %5-10’u genetik geçiş gösterirken, yaklaşık %75’i bilinen risk faktörü olmayan kadınlarda (sporadik olgular) ortaya çıkar.

    Risk Faktörleri
    Meme kanseri açısından risk faktörü olarak kabul edilen bazı özelliklere sahip olmak, bir kadının mutlak meme kanseri olacağı anlamına gelmez. Bu risk faktörlerinden birini veya birden fazlasını taşıyan kadınların pek çoğunda meme kanseri gelişmezken, tersine meme kanserine yakalanan kadınların büyük bölümünde de bu tanımlanmış risk faktörlerinden hiçbiri yoktur.
    Yaş meme kanseri gelişiminde tek başına, en önemli risk faktörlerinden biridir. Yaş ilerledikçe meme kanserine yakalanma riski artar. Bir diğer en önemli risk faktörü de cinsiyettir. Kadınlarda meme kanseri görülme sıklığı erkeklere oranla 100 kat fazladır.
    Erken menarş (ilk adet kanamasının 12 yaşından önce olması), geç menopoz (55 yaşından sonra), ilk tam dönem hamilelik yaşının gecikmesi (35 yaşından sonra olması) ve hiç çocuk doğurmamış olmak gibi hormonal faktörler meme kanseri riskini artırır. Bazı hormon ilaçlarının değişik amaçlarla kullanılması (doğum kontrol yöntemleri ve menopoz tedavisi gibi) ile meme kanseri riski arasındaki konu ise hala tartışmalıdır. Menopoz sonrası şikayetleri hafifletmek amacıyla kullanılan hormon replasman tedavisinin meme kanseri riskinde minimal bir risk artışına neden olduğu çeşitli çalışmalarda gösterilmiştir. Bu nedenle bu tip tedaviler kullanılması gerekiyorsa bile, uygun takipler yapılmak kaydıyla, 5 yılı aşmamak koşuluyla kullanılmalıdır. Bu tip tedavileri kullanan kadınların meme kontrollerini düzenli olarak yaptırmalarında fayda vardır.
    Ailesinde meme kanseri öyküsü olan kadınlarda, özellikle de 1. derece akrabalarında (örneğin anne, kız kardeş ve kendi kızı) bulunanlarda risk artmaktadır.  Ailesel riski daha da artıran, ya da kanserin ailesel olabileceğini düşündüren koşullar şunlardır: Meme kanserinin (1) birden çok yakın akrabada (1 ve/veya 2. derece) olması, (2) genç yaşta ortaya çıkması ve (3) hastalığın iki taraflı olması. Birden çok birinci derece akrabada meme veya over (yumurtalık) kanseri olması meme kanserinin genetik geçişli (herediter) olabileceğini düşündürür. Meme kanseri ile ilişkisi olan genetik mutasyonlardan en çok bilinenler BRCA1 ve BRCA2 genlerindeki mutasyonlardır. Bu  genetik mutasyonlara sahip olan kadınlarda hayat boyu meme ve over kanserine yakalanma riski ciddi olarak yükselmektedir.
    Bazı iyi huylu meme hastalıklarında da düşük de olsa meme kanseri riski artmaktadır. Ancak kadınlarda sıkça görülen fibrokistik değişiklikler ve basit meme kistlerinin meme kanseri açısından risk faktörü olmadıklarını özellikle vurgulamak isterim.
    Yapılan epidemiyolojik çalışmalarda bazı yaşam tarzına ait faktörlerin meme kanseri riskini etkileyebileceği öne sürülmüştür. Ancak bu faktörlerin etkinliği tartışmalıdır. Bunlar arasında önemli olan birkaç noktaya değinmek gerekir. Diyette tüketilen yağ oranı ve beslenme alışkanlığının olası bir risk faktörü olduğu üzerindeki bilgiler tartışmalıdır. Yağ oranı düşük yemeklerin yendiği bölgelerde (Uzak Doğu ülkeleri gibi) hastalığın görülme sıklığı daha düşüktür. Kuşkusuz bu ülkelerde meme kanserinin az görülmesini en önemli nedeni ırksal-genetiktir. Ancak tüketilen yağ tipi ile meme kanserinin ilişkisi de incelenmiştir. Zeytinyağı gibi tekli doymamış yağlara oranla, mısır yağı ve margarin gibi çoklu doymamış yağların ve doymuş yağların çok kullanıldığı diyetlerde meme kanseri riskinin daha yüksek olabileceği öne sürülmüştür. Özellikle menapoz sonrası obezitenin meme kanseri riskini arttırdığı bilinmektedir. Her gün düzenli alkol tüketiminin (1-2 duble) meme kanseri riskini arttırdığı öne sürülmüştür. Otuz yaşında önce doğum yapmış olmak ve emzirme meme kanseri açısından koruyucu etkiye sahiptir. Meme rekonstrüksiyonunda kullanılan silikon implantların meme kanseri riskini etkilemediği gösterilmiştir.

    Tanı
    Meme kanserinin en sık görülen belirtisi yeni ortaya çıkmış olan ağrısız kitle varlığıdır. Özellikle belirtilmesinde fayda olan bir konu meme ağrısı (mastalji, mastodini) daha çok iyi huylu meme hastalıklarının bir belirtisidir. Meme kanserinin daha nadir görülen belirtileri arasında meme derisinde ödem, çekinti, meme başının içeriye doğru dönmesi, meme başından kanlı akıntı olması ve koltuk altında sert, fiske lenf nodlarının varlığı sayılabilir.
    Fizik muayenede memede şüpheli bir kitle bulunursa, mutlaka mamografi ve ultrasonografi ile değerlendirilmesi gerekir. Daha sonra yapılması gereken ise iğne biyopsisidir. İğne biyopsileri arasında günümüzde daha çok tercih edilen, çeşitli avantajları nedeniyle kalın iğne (True-cut veya kor) biyopsisidir. Kuşkulu meme kitlelerinin gerekli tetkikler yapılmadan ve hatta görüntüleme yöntemleri tamamlandıktan sonra bile cerrahi biyopsi ile çıkartılmaları (eksizyonel biyopsi), özellikle erken evre meme kanserinde, daha sonra yapılacak cerrahi yöntemleri olumsuz yönde etkileyebildikleri için önerilmemektedir.

    Tedavi
    Meme kanserinin tedavisinde birden çok disiplinin beraber, uyum içerisinde çalışması gerekmektedir. Meme kanserinin birçok evresinde ilk tedavi yaklaşımı cerrahi olmakla birlikte, sistemik ilaç tedavileri (kemoterapi, hormonoterapi) ve bazen radyoterapi ile tedavinin desteklenmesi gerekir. Cerrahi tedavi ve radyoterapi daha çok tümorün lokal kontrolünü sağlamada önemli iken, kemoterapi ve hormonoterapi ise sistemik kontrole yardımcı olmaktadır.
    Günümüzde meme kanseri tedavisinin başarısını etkileyen en önemli faktör erken tanıdır. Meme kanseri erken evrede yakalandığında meme koruyucu cerrahi ile başarılı bir şekilde tedavi edilebilmektedir. Özellikle genç kadınlarda memenin korunması hastanın diğer tedavilere uyumunu artırmakta ve sosyal yaşantısı açısından psikolojik destek sağlamaktadır.
    Erken evre meme kanserinde olguların yaklaşık %75’inde henüz koltuk altı lenf bezlerine metastaz gelişmediği de dikkate alınırsa, bu hastalarda sentinel lenf nodu biyopsisi adını verdiğimiz yöntem ile koltuk altı lenf bezlerinin korunması da sağlanabilmektedir. Böylece cerrahi tedavinin korkulan bir komplikasyonu olan kolda şişlik (lenfödem) riski de oldukça azalmaktadır.
    Meme kanseri cerrahisindeki önemli gelişmelerden biri de mastektomi (memenin tamamen alınması) gereken hastalarda eş zamanlı meme rekonstrüksiyonu (yeniden meme kitleri oluşturulması) yöntemidir. Kadının kendi dokuları kullanılarak veya protezler ile yapılan bu tip girişimlerin hastanın tedavisini geciktirmediği ve hastaya ciddi psikolojik destek sağladığı yapılan çalışmalardan bilinmektedir.
    Meme kanseri günümüzde ölümcül bir hastalıktan çok, kronik bir hastalık haline gelmektedir. Meme kanseri sıklığı artmasına rağmen, tanı ve tedavideki gelişmeler sayesinde ölüm oranları azalmaktadır. Tedavi başarısını etkileyen en önemli faktör erken tanıdır. Erken evre meme kanserinde 5-10 yıllık hayat beklentisi %85 gibi yüksek oranlara çıkmıştır. Meme kanseri erken tanındığında hem tedavi başarısı yükselmekte, hem de meme koruyucu cerrahi ve sentinel lenf nodu biyopsisi gibi daha az invazif, yani daha basit ve yan etkisi düşük ancak etkinliği yüksek uygulamalarla tedavi mümkün olabilmektedir.


    Prof.Dr. Serdar Özbaş Meme Kanserini anlatıyor.



    20 Nisan 2012 Cuma


                           Sünnet nedir?

    Erkek çocuklarda penisin ucunu çevreleyen derinin alınması işlemine sünnet adı verilir.

    Hangi durumlarda sünnet gereklidir?

    Sünnet derisinin pipi başına yapışık ve dar olması durumunda, idrar yapmada zorluk ve bazen idrar yolu enfeksiyonu görülebilir. İnançlarımız ve sosyal yönü dışında bilimsel olarak da sünnet önerilmektedir. Sünnet olmamış erkeklerde cinsel yolla bulaşan hastalıkların ve penis kanseri riskinin arttığı bilinmektedir. Sünnet olmamış erkeklerin eşlerinde rahim ağzı kanseri daha sık görülür. Sünnet sonrası idrar yolu enfeksiyonu riski azalmaktadır. Bu bilimsel veriler ışığında dünyada sünnet yaptırma oranında giderek artış söz konusudur.

    Hangi hastalıklarda erken sünnet önerilir?

    İdrar yolu enfeksiyonu, pipi derisi iltihabı, pipi ucunda balonlaşma ve zorlanarak işeme veya bazı böbrek ve idrar yolu hastalıklarında sünnet erken önerilmektedir.

    Sünnet nasıl yapılır?

    Sünnet ameliyathane şartlarında uygun anestezi ile yapılan günübirlik cerrahi bir girişimdir.  Yani bu işlem için çocuğun uzun süreli hastanede yatırılmasına gerek yoktur. Genellikle işlem sonrasında hastane şartlarında 2-3 saatlik takip yeterlidir.

    Sünnet için uygun yaş grubu nedir?

    Uygun yaş grubu 2 yaşından önce veya 5-6 yaşından sonradır. Ancak çocukta hastalık varsa daha erken sünnet olabilir. 2-5 yaş arası enfeksiyon böbrek hastalığı varsa o dönemde de anestezi altında sünnet yapılmaktadır.

    Lokal anestezi ile de sünnet yapılabilir mi?

    Yenidoğan döneminde ve 6 yaşından sonra uyumlu çocuklarda, konuşulup yapılacak işlemler anlatıldıktan sonra dormicum dediğimiz hafif sedasyon ve pipiye ağrı kesici krem ile sünnet yapılabilir.

    Sünnetin Genel anestezi ile yapılmasının sakıncaları var mıdır?

    Günümüzde çocuk anestezisi konusunda gerek teknolojik açıdan gerekse deneyim olarak son derece büyük bir gelişme söz konusudur. Yenidoğmuş bebekler bile gerektiğinde, acil durumlarda uzun süreli genel anestezi ile ameliyat edilmektedir. Anestezinin erişkin hastalar için olan riskleri çocuklar için de söz konusudur. Bu nedenle deneyimli merkezlerde yapılması önemlidir.

    Ameliyattan önce nelere dikkat edilmeli?

    GAA’da olacaksa çocuğun sağlıklı olduğu yani, öksürük, aksırık, ateş enfeksiyon halinin olmadığı bir dönemde yapılması gerekir. Sürekli kullanılan ilaçlar veya hastalıkları konusunda sünneti yapacak olan cerrah mutlaka bilgilendirilmelidir.

    Sünnet sonrası çok ağrı olur mu?

    Genel veya lokal her iki işlemde de pipiye anestezi yapmaktayız. Böylece 6-8 saat kadar ağrı olmaz. Ama daha sonra ağrı olacağını bildiğimiz için ilk gün rutin 6-8 saatte bir çocuğun yaşına kilosuna uygun ağrı kesici veririz.

    Sünnet sonrası kanama olur mu?

    Kanama olabilir. Özellikle kanamaya neden olabilecek ilaçların sünnet öncesi bir hafta kadar önceden kesilmesi gerekir. Ailede sünnet sonrası kanama, diş çekimi sonrası kanama öyküsü ya da kan hastalığı varsa mutlaka hekime bilgi verilmelidir.


    Ameliyat sonrası bakım nasıl oluyor?

    Ameliyat sonrasında çocuğun pipisinde sargı bezi veya şeffaf tabaklı bir pansuman olur. Bu pansuman çişle ıslanıp veya bir veya 2 gün sonra duş sırasında çıkar. Duş sabun ve şampuanla yapılabilir. Pipiye sürtme ovalama hareketi yapılmaz. Pansuman çıktıktan sonra pipiye bakımda krem önermekteyiz.


    Sünnet sonrasında nelere dikkat etmeliyim?

    Genellikle sünnet derisi yapışık olan çocuklarda iyileşme kabuk şeklinde olur. Bunun çabuk olması için günlük ya da gün aşırı duş, pipinin iyileşmesini kolaylaştırıcı kremler öneririz. Ani ve sert hareketler ilk bir hafta önerilmez. Yara kabuğu geçtikten sonra yaklaşık bir hafta on gün sonra denize gidebilir düzeye gelir.


    Bezli bebekler de bakım nasıl olur?

    1 hafta kadar büyük boy alt bezi kullanılması ve yine duş ve krem yeterlidir.


    Büyük çocuklarda ne giymeli?

    Geniş bir iç çamaşırı veya pijama yeterlidir. Sadece 2-3 hafta basketbol, ağır spor, bisiklet kullanımına kısıtlama mevcut.

    Sünnet olunmaması gereken hastalıklar var mıdır?

    Sünnet öncesi çocukları mutlaka muyeneye çağırıyoruz. Çünkü bazen sünnetle birlikte ameliyat edilmesi gereken hastalıklar, bazen sünnetin 1 yaşa kadar ertelenmesini gerektiren hastalıklar çıkabilir. Hidrosel, fıtık, inmemiş testis gibi…


    Peygamber sünneti nedir?

    Peygamber sünneti, hipospadiyas dediğimiz hastalıktır. Çiş yaptığı delik pipinin alt kısmındadır.  Sünnetten önce veya beraber önce çiş yaptığı deliğin ameliyat edilmesi gerekir.
    Sünneti nerde kime yaptıralım?

    Sünnet ameliyathane koşullarında uygun anestezi ile yapılmalıdır. Sürekli çocuk ameliyat eden bir çocuk cerrahı veya çocuk üroloğu tarafından yapılmalıdır.

    Değişik sünnet yöntemleri var mı?

    Çan, gomco, plastik kıskaç ve cerrahi sünnet yöntemleri mevcut. Bizim hastane ortamında yaptığımız cerrahi sünnettir. Sorun gelişme olasılığı en düşük olan yöntemdir.


    Sünnet sonrası erken dönemde hangi sorunlar olabilir?

    Altı- sekiz saat çiş tutma, kanama enfeksiyon gibi sorunlar gelişebilir. 


    Daha sonraki dönemlerde ne gibi sorunlar olabilir?
    Yapışıklık, pipide eğrilik, çiş yaptığı delik ucunda darlık gelişebilir. Ancak uygun koşullarda yapılan sünnetlerde bu oran  %1-3 ün altındadır.




    Uz.Dr. Rahşan Vargün Yıldız sünnet hakkında bilinmesi gerekenleri anlatıyor.